Süleyman Gündüz: Kudüs ancak “Medinet’üsselam” olursa kurtuluşa erebilir!

17 Aralık Pazar günü Yıldız Teknik Üniversitesi Hisar Tesisleri’nde düzenlenen “Küresel Gerilim, Kudüs ve Yeni Bir Dil İnşası” başlıklı Divan Sohbeti’nde Süleyman Gündüz’ü misafir ettik.

Vakfımız Mütevelli Heyeti Başkanı Bahattin Aydın programın başında yaptığı açış konuşmasında Kudüs ziyaretlerinin önemine değindi. Her sene Kudüs ziyareti düzenleyen Vakfımız, son yapılan üç programı Süleyman Gündüz rehberliğinde gerçekleştirdi. Bir Kudüs aşığı olan Süleyman Gündüz, ziyaretlerimizde bizlere yaptığı kıymetli rehberliğin yanı sıra Kudüs gerilimini bizimle konuşmak üzere değerli vakitlerini ayırıp Divan Sohbeti’ne de teşrif etti.

sg2

Medeniyet coğrafyamızın yoğrulduğu ve ilham aldığı şehirlerin var olduğunu, şüphesiz bunların başında da Mekke ve Medine’nin geldiğini belirten Süleyman Gündüz, esas itibariyleyse Mekke ve Medine’nin ilhamıyla oluşmuş olan Kudüs’ün uzun bir dönem en azından bir 15 asır bütün coğrafyalarımıza ilham kaynağı olduğunu söyleyerek başladı sözlerine…

“Mekke ve Medine’nin dışına çıktığınız andan itibaren farklı din, kültür ve medeniyetlerden insanlarla karşılaşırsınız. O insanlarla birlikte yaşamanın en önemli anahtarı veya yazılı olan belgesi Kudüs’te saklıdır. Bu da Hz. Ömer’in 636 tarihinde Kudüs’ün yönetimini devralmasıyla başlayan bir süreçtir. O yazılı metne Kudüs Emannamesi deniyor. 1215 tarihli Magna Carta’dan yani insanlığın ilk insan hakları sözleşmesi olarak kabul edilen metinden aşağı yukarı 500 yıl önce Müslümanlar Kudüs’te bütün bir insanlığa yeniden ilham olabilecek, yeniden yön verebilecek bir hukuk icra etmiş oldular. Bu bizim için aslında çok önemlidir.” diyen Gündüz son birkaç yıldır gerek Vakfımız gerekse başka kurumlarla düzenledikleri Kudüs ziyaretlerinin yeni bir anlayış, yeni bir üslup ve yeni bir düşünce atmosferi oluşturabilir miyiz sorusu üzerinden yürütüldüğüne işaret etti.

Kudüs’te hayatın zulümle adalet sarkacı içinde gidip geldiğini söyleyen Gündüz, Kudüs’ün eğer adaletli bir yönetim anlayışına kavuşursa ismiyle özdeşleşerek  “Medinet’üsselam” olacağını yani barış ve esenlik yurdu olacağını, eğer burada zulüm ağırlıklı olursa şehrin yerle bir edileceğini Kuran-ı Kerim’deki İsra Suresi’nin 4’üncü ve 5’inci ayetlerine atıfla vurgu yaptı:

 “Biz İsrailoğulları’na Tevrat’ta şu hükmü verdik. Muhakkak siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir yükselişle yükseleceksiniz. Birincisinin zamanı gelince üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Onlar evlerin aralarına girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken bir vaattir.” Nitekim Kudüs iki kez yıkılmış, 23 kez işgal edilmiş, 43 kez kuşatılmış, 53 kez de hem işgal edilmiş hem de geri alınmış bir şehirdir. Kudüs insanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinden bir tanesidir.

ks

Ebu Zer El-Gifari Hz.leri Hz. Peygamber Efendimiz’e (sav) şöyle soruyor: Ya Resulallah! Yeryüzünde Allah’a ibadet etmek gayesiyle oluşmuş ilk mescit hangisidir? O da diyor ki Kâbe… Yani Mescid-i Haram. İkincisi hangisidir diyor? Hz. Peygamber Efendimiz diyor ki o Mescid-i Aksa’dır. Peki, ne kadar zaman sonra tam 40 yıl sonra…  Eğer bizler tarihi insanlığın yeryüzü serüveniyle başlatıyor olursak şüphesiz tarih daha çok teolojinin yani ilahi olan metinlerin ortaya koyduğu çerçeve üzerinden şekillenir. Bu noktada modern tarih, modern antropoloji ve modern arkeoloji bize farklı izahlar getiriyor. Ama hem bizim hem Hristiyan ve Musevilerin tarihe bakış açıları kendi teolojileri üzerinden, kendi inandıkları kutsallar üzerinden gelişir. Şimdi Hz. Peygamber Efendimiz’in (sav) yeryüzünde ilk inşa edilen mescit olarak ortaya koyduğu yapı Mescid-i Haram ise onun inşacısı Hz. Adem’dir. Çünkü Allah’a ibadet edilecek ilk yer o… Peki ondan sonra neresidir? 40 yıl sonra Mescid-i Aksa’dır. Modern tarih, arkeoloji ve antropoloji insanlık serüvenini Afrika’dan başlatıyorlar. Ona göre de insan Afrika’dan çıkıp Ön Asya’ya yani Yakın Doğu’ya yerleşir.”

BÜTÜN MEDENİYETLERİN İLHAM KAYNAĞI YAKIN DOĞUDUR

Bugün geçmişe yönelik baktığımız zaman bütün medeniyetlerin ilham kaynağının “Yakın Doğu” olduğuna dikkat çeken Gündüz bilhassa “Ortadoğu” demediğini zira Ortadoğu’nun İngilizler ’in adlandırması olduğunu ifade etti. İnsanlığın bütün evrelerinde modernleşme sürecinin Yakın Doğu’da ortaya çıktığını, ilk ekim alanları, ilk ticari yapılar, ilk şehir anlayışının burada oluştuğunu ve ilk hukuki metinlerin Yakın Doğu’da ortaya çıktığını söyleyen Süleyman Gündüz, dinler tarihinin yeryüzü serüvenini anlamaya çalıştığımız zaman da ilk başlangıç olarak Yakın Doğu’nun karşımıza çıkacağını belirtti.

sg5

Bölgenin kronolojisini Hz. İbrahim’den itibaren bugün en kuvvetli tartışmaların merkezinde yer alan Kudüs’ün inşacısı Hz. Süleyman’a dek hızlıca ortaya koyan Gündüz buradaki mabedin Museviler için önemine değinerek devam etti. Hz. Süleyman tıpkı büyükbabası Hz. İbrahim’in Kâbe’nin temellerini yükseltmesi gibi Kudüs’te mabedin ilk inşacısı değil, yıkılan mabedin yükselticisidir. Museviler mabedi önemsiyorlar. Çünkü bu mabet Museviler için birinci olarak Rab’le buluşma, konuşma yeridir. İkinci olarak içinde Kızıldeniz tabletleri, Hz. Musa’ya Allah tarafından Tur-i Sina’da vahyedilen bilgilerin, Hz. Davut’a ait eşyaların, kendisinden önce gelen Yahudi peygamberlerin bir kısım özel eşyalarının bulunduğu Ahit Sandığı’nın mabette bulunduğuna inanılmaktadır. Yine Yahudi inancına göre kurban mucizesinin gerçekleştiği yer de mabettir.  Süleyman Gündüz şöyle devam etti:

“Kudüs’ün esas en önemli problemi bu mabet üzerinden dönendir. İkinci problem ise “İsrailoğulları’na vadedilmiş topraklar” meselesidir. Kuran-ı Kerim’de bu topraklar İsra süresi 1’inci ayette “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” şeklinde buyrularak mübarek, bereketli kılınmış topraklar bağlamında ele alınmaktadır. Öte taraftan Allah’ın hiçbir kavmi öteki kavme üstün yaratmamış olduğuna dair ayetler, bütün bu çerçeve içinde düşünüldüğünde Yahudiler’in kendilerini üstün görmek ve kendilerine ait olan vadedilmiş bir toprağın iddiası içinde olmuş olmaları onlar için burayı vazgeçilmez kılmaktadır.

Tahrif edilen Tevrat Babil sürgününde yazıldı. Yahudiler yerleşik zümreye zulme başladıkları zaman Allah onların üzerine Nabukadnezar yönetimindeki Babil ordusunu gönderdi. Babilliler gelip şehri yıktıktan sonra buranın ahalisini alıp bugünkü Mezopotamya havzasına götürdüler. Son dönemde bununla ilgili ciddi tartışmalar dönüyor. Bu sürgünden 30 yıl sonra Babil sürgününde Ezra (Yahudi lider) şunu görüyor; Yahudiler artık yeryüzüne dağılıyorlar ve geleneksel motifler ortadan kalkıyor. Dolayısıyla yapılması gereken şey eldeki ilahi metinlerin mutlak anlamda toplanması için tüm din adamlarına çağrıda bulunmaktır. Bu çağrıyla tüm metinleri toplamaya başlıyorlar ve bunlardan bugünkü Eski Ahit dediğimiz Davud’un kanunları Mezmur ve Süleyman’ın hükümleri ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Tevrat aslında Babil sürgününde yazılıyor. Sürgünden sonra geri dönüyorlar ve yeniden ikinci mabedi inşa ediyorlar. Bugünkü mabet zaten bizim tartışma alanımızı oluşturuyor. Mescid-i Aksa alanında yeni bir mabedin inşası ile ilgili gündemimiz yoğunluk kazanıyor.”  Konuğumuz Gündüz Yahudiler için mabedin önemine dair çetrefilli boyutu bu sözlerle anlattıktan sonra Müslümanların bakışını ortaya koydu:

“Biz Müslümanlar ise hayata şöyle bakarız: Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar yeryüzüne Allah sadece bir din gönderdi. O da İslam’dır. Önceki bütün Peygamberler birer İslam peygamberidir. Biz hayatı devam eden bir akış olarak görürüz. Fakat Yahudiler için Peygamberlik sadece Yahudi kavmine gönderilmiş olan ancak onlarla kaim olan bir şeydir, sadece Yahudi kavmine ait olan bir olgudur sadece onlara peygamber gönderilebilir. Onlar son peygamber olarak yeni bir Mesih bekliyorlar. Bu Mesih beklentisi de çok büyük tartışmaları beraberinde getiriyor. Müslümanların Hz. Muhammed’den önceki tüm peygamberleri kabul edişleri, ama Yahudilerin Hz. İsa ve Hz. Muhammed’i (sav) kabul etmemeleri ve Hristiyanların da Hz. Muhammed’i (sav) kabul etmemeleri Kudüs’ün en önemli çelişkilerinden biridir.”

M. aksa 

“BARIŞ VE ESENLİK YURDU OLABİLMESİ İÇİN BU ŞEHRİN MÜSLÜMANLAR TARAFINDAN YÖNETİLİYOR OLMASI GEREKİYOR.”

Barış ve esenlik yurdu olan Kudüs’te ne zaman zulüm ortaya çıksa şehir yerle bir olmuştur. Nitekim iki kez yerle bir edilen şehir ilk Babil ordularıyla, ikinci olarak da M.S. 70’inci yılda Roma İmparatoru Titus tarafından tahrip edilmiştir. “Barış ve esenlik yurdu olabilmesi için bu şehrin Müslümanlar tarafından yönetiliyor olması gerekiyor.” diyen Süleyman Gündüz gerek Musevilerin bu şehre hâkim oldukları ve Hristiyanların bu şehirde yaşadıkları milat ve MS. 70 yıl içinde yaşananlar, Hristiyanlara ibadet hakkı tanımayan anlayış, Pagan Roma’nın Hristiyanlarla mücadelesini, gerekse Doğu Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı resmi din kabul edişi ve işlerin tersine dönerek Yahudilerin bu defa baskı altına alınış süreçlerini ortaya koydu. Tüm bunlar 636 tarihinde Hz Ömer’in Kudüs’ün yönetimini devralmasıyla birlikte başlayan Müslüman hâkimiyetiyle son bulmuştur. Kudüs hem Hristiyanların hem de Musevilerin özgürce girip ibadetlerini yapabildikleri yer olmuştur artık… Hristiyanların bu şehirde ibadet etmelerini yasaklayan kısa Fatimiler dönemi hariç Emeviler’de Abbasiler’de ve arkasından gelmiş olan Selçuklu, Memlük ve Osmanlı yönetimlerinde her üç dinin mensupları bu şehirde ibadetlerini rahatlıkla yapabilme özgürlüğüne kavuştular. Çünkü hem Selahaddin Eyyübi hem, Sultan Baybars, hem Sultan Selim Hz. Ömer’in Kudüs’e verdiği Emanname’ye sadık davranmışlardır.

“HANİ HEP DENİR YA “FİLİSTİNLİLER TOPRAKLARINI SATTI!” BÖYLE BİR ŞEY SÖZ KONUSU DEĞİLDİR!”

Kudüs ve etrafının 1900’lü yıllarda Yahudilerin gündemine girdiğini belirten Gündüz aslında Yahudi devleti kurulması için başta Batı dünyasının gündeminde Filistin topraklarının bulunmadığını, bu toprakların Thedor Herzl’in yaptığı çalışmalar ve Siyonist liderlerin toplanmasıyla ortaya çıktığını söyledi. Gündüz daha sonra şu çarpıcı sözlerle konuşmasına devam etti: “2 Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu ile birlikte yeni bir Yahudi devletinin bugünkü Filistin topraklarında kurulması bizzat Yahudilere teklif edilmiştir. Biz 31 Aralık 1516 tarihinde devraldığımız Kudüs’ü 9 Aralık 1917’de İngilizlere teslim ettik. İngiliz manda yönetiminde en önemli yapılmış olan icraat şudur: İngiliz manda yönetimi Filistinlilere yönelik olarak bir toprak vergisi ortaya koymuştur. Yani her Filistinli kendi topraklarının bedelini, topraklarında ürettiği ürünün belirli bir miktarını vergi olarak ödeyecektir. Bu vergiler çok ağırdı. Filistin’deki birçok toprak sahibi ahali vergileri ödeyemeyecek konuma geldi. Bankalar, İngiliz manda yönetimi Filistinlilere bir teklifte bulundu. Dediler ki siz bu vergi borçlarınıza karşılık topraklarınızı satın ve bir miktar para alın, yoksa yönetim topraklarınıza el koyacak. Filistinlilerin bir kısmı vergi borçlarının karşılığında topraklarını satmak mecburiyetinde kaldı. Hani hep denir ya “Filistinliler topraklarını sattı!” böyle bir şey söz konusu değildir. Bugün Filistin toprakları içinde yaşayan herhangi bir Filistinli gönül rahatlığıyla gidip al bu topraklarımı ben zaten burada yaşamak istemiyorum demez. Evini toprağını terk eder, ama toprağını satmaz. Çünkü bir daha yeryüzünde şerefli bir kimse olarak şansı yok bunu yaparsa… Bugün Türkiye’de de seküler aklın bizim önümüze koyduğu “Filistinliler topraklarını sattı” anlayışı esasında Filistinlilere konulmuş olan toprak vergisi sonucunda İngiliz manda yönetiminin Filistinlilerin topraklarına çökmesi şeklinde olmuştur. Daha sonra bu toprakların büyük bir kısmı Yahudilere satılmıştır.”

sg3

“YERYÜZÜNDE EGEMENLİK, ÜSTÜNLÜK İDDİA ETMEK İSTEYEN HER ANLAYIŞ VE HER MEDENİYET KUDÜS’Ü ELE GEÇİRMEYE ÇALIŞMIŞTIR.”

1916 Sykes-Picot Antlaşması’yla zaten parçalanmış durumdaki Ortadoğu, 1917 Balfour  Deklarasyonu ve İkinci Dünya Savaşı’yla Yahudilerin Avrupa’da uğradığı soykırım sonrasında Batı dünyasının bilinç yaralanmasının sonucunda oluşan süreçlerle gelişen bir Yahudi devleti kurulması fikri dünyayı Ekim 1947’de yapılan BM görüşmelerine getirdi. O zaman gündeme gelen şey Filistin topraklarında iki devletli federatif bir yapı ve bunun üstünde bir çatı devleti olması fikriydi. Yahudiler ve Filistinliler ortak demokratik bir devlet kuracaklardı. Buna göre Filistin topraklarının % 35’i Yahudiler’e bırakılıyordu geri kalan % 65’i de Filistinlilerin olacaktı. Görüşmeler sonucunda ortaya çıkan bu tasarı BM meclisine gelmiş, 13 Arap ülkesinin ret oyuna karşı 48 kabul oyuyla yasallaşmıştır. 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti ilan edilir. Arap ülkeleri bu tasarıyı reddettikleri için 1948’de ilan edilmiş olan İsrail devletine karşı bir savaş başlatırlar. Ancak Arapların kaybettiği savaş sonrası Yahudiler Filistin topraklarının % 55’ini işgal eder. Arkasından 1967’de yine Arapların Yahudilere karşı kaybettikleri savaş sonrasında süreç 1980 yılında Yahudilerin Kudüs’ü İsrail’in ezeli ve ebedi başkent ilan etmesine kadar varır. BM ise çıkarttığı kararla İsrail’in başkent ilanının yasal olmadığını belirtip reddeder. Bugün günümüzde yaşananlar üzerine İslam İşbirliği Teşkilatı’nın çıkarmış olduğu ABD yönetiminin bu konudaki yeni onayladığı kararını hukuksuz ilan eden kararı işte o zamanın BM kararlarına dayanmaktadır. Tüm bu tarihsel süreci kendisinden dinlediğimiz Gündüz incinen, yorulan ruhlarımızı tamir eder cinsten devam ediyor adeta:

“Yeryüzünde egemenlik, üstünlük iddia etmek isteyen her anlayış ve her medeniyet Kudüs’ü ele geçirmeye çalışmıştır. İslam ülkeleri arasındaki rekabetin bir boyutu da Kudüs’tür, Batı dünyasının da rekabeti Kudüs’tür aslında… Dünyada bu kadar üzerinde büyük bir öykü oluşturulmuş başka bir şehir yoktur. Çünkü Kudüs’ü peygamberler bir işçi gibi çalışarak inşa ettiler. Onun için Kudüs daha çok göklere ait bir şehir gibi gözükür. Gökyüzünde inşa edilip yeryüzüne indirilen şehir… Kudüs’ün sokaklarında ve mabetlerinde peygamberlerin getirdiği mesajlar okunur. Özellikle bizim için Kudüs bir borçtur! 9 Aralık 1917 Kudüs’ü İngilizlere teslim ettiğimiz tarihtir. Dolayısıyla bu milletin üzerinde önemli bir borçtur Kudüs… Dünyadaki bütün medeniyetler Kudüs’ün duvarlarından doğmuştur.

Hz. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle diyor: Ey Kudüs! Allah’ın seçtiği toprak ve O’nun kullarının vatanı! Senin duvarlarından dünya oldu. Ey Kudüs! Sana doğru inen çiğ taneleri bütün hastalıklara şifa getiriyor. Çünkü geldiği yer cennet bahçeleri…

İmam Şafi diyor ki: Ben en fazla Kudüs’te itikafa girmekten büyük bir haz alıyorum. Öğrencileri diyorlar ki Ya İmam Mescid-i Nebevi’de itikafa girmekten haz almıyor musunuz? Elbette, o da bana büyük bir heyecan veriyor elbette… Ama ben Mescid-i Nebevi’de sadece Peygamberimiz’in kokusunu duyarım. Ama Mescid’ül Aksa’da bütün peygamberlerin kokusunu duyuyorum.”

Sohbetin bundan sonrası katılımcılardan gelen sorularla şekillendi. Bu kadim sorunun çözümüne dair kanaati sorulan Süleyman Gündüz’ün verdiği yanıt ümmet için sadra şifa unsurlar taşıyor. Sözü yine Gündüz’e bırakalım:

“Bugün Müslümanların zihinleri Filistin sorununun çözümü konusunda net değil! Filistinlilerin kendi topraklarına dönüşünü taahhüt altına almayan hiçbir barış iklimi başarılı olamaz. Dünyanın her yerine dağılmış olan 6 milyon Filistinli var. Bunların topraklarını şu an İsrail işgal etmiştir. Batı’daki halklar Filistinlileri haklı görmektedirler. Fakat Batı siyaseti ya da dünyanın bugünkü mevcut siyasi önderliği ve bugün dünyanın içinde bulunduğu siyasi atmosfer çözüm için iki devletli çözümü dayatmaktadır. Bu topraklarda Müslümanlar, Yahudiler ve az sayıdaki Hristiyanlar eşit haklara sahip olarak bir devlet kurmalıdır. Bugün bu mümkün mü? Hayır değil! Neden? Çünkü zaten bizim de zihnimiz parçalanmış konumda… Bu sorun bütün dünyayı etkiliyor. Hem vicdani olarak, hem inançsal bütünlük itibariyle, hem de toplumlarda ayrıştırma ve gerilim oluşturması itibariyle… Kudüs geçmiş dönemlere ait olarak farklı din farklı anlayış, farklı düşüncelerin özgürce bir arada yaşayabileceğinin en önemli işareti olması açısından bizim için yeni bir dilin inşasına ilham verebilir. Benim iddiam şudur. Bugün modern hayat 19.yy’da oyunun kurallarını değiştirdi. Bizim yaptığımız tek bir şey var. Batı’nın bizi sürüklediği oyun alanında rekabet etmeye çalışıyoruz. Ben de diyorum ki gelin oyunun kurallarını değiştirelim. Barışın dilini önemseyen, esenliğin dilini önemseyen farklı bir anlayış oluşturalım. 1947’ye göre ortak bir devlet kurarlarsa ancak bu mesele çözülür. Bugün bu şekilde düşünen çözümün burada olduğunu düşünen Yahudi entelijansiyası mevcuttur. Bizim yapmamız gereken şey onlarla temasta bulunmaktır. Biz onlarla irtibata geçip farklı bir ilişki biçimi oluşturmalıyız. Benim kanaatim biz Kudüs üzerinden çoğulcu anlayışı, yani farklı inanç mensuplarının bir arada özgürce, eşit ve özgür yaşayabileceklerine dair olan anlayışı yeniden ihya edebilirsek galiba sorunların büyük kısmının çözümüne, özellikle de İslam sokağındaki sorunların çözümüne büyük bir katkı sağlamış oluruz.  Ve bu da Filistin sorununa önemli bir katkı sunacaktır. Bir şey dikkatinizi çekmiştir. Ben 636’da Hz Ömer Kudüs’ü fethetti demedim, Yavuz Sultan Selim Kudüs’ü fethetti demedim. Yönetimi devraldı dedim. Kudüs fethedilemez, Kudüs’ün yönetimi devralınır. Çünkü Kudüs bütün insanlığa aittir. Kudüs her üç dinin ve bunların bağlılarının kesiştiği yerdir.

Kudüs ancak “Medinet’üsselam” olursa kurtuluşa erebilir! Kudüs’ü Medinet’üsselam yapacak olan tek anlayış barış ve esenliği öncelemiş olan İslam anlayışıdır! Çünkü Kuran kendimiz dışındaki inanç mensuplarının özgürlük alanlarını tanıyan tek dindir. İncil’de böyle bir ibare yoktur, Tevrat’ta zaten Yahudi kavminin üstünlüğü ve geri kalan kavimlerin onlara hizmetçi olduğuna dair izahlar vardır. Dolayısıyla eşitlik ve adalet mekanizmasını sağlamış olan inanç Müslümanların inancıdır. Ama işin ilginç yanı bunu en başta Müslümanlar kendi yaşadıkları coğrafyalarda ihya etmek zorundadırlar! En fazla özgürlüğe ve eşitliğe ihtiyaç hisseden insanlar Müslümanlardır!”

Haber: Nurbin Gürsoy

sg1

Platformunuzu seçin ve paylaşın.