Klasik Ebrûmuz Emin ve Ehil Ellerde…

Geleneksel ebrûculuğumuzun duayen ismi Tevfik Alparslan Babaoğlu, 8 Aralık Cuma günü Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın Rumelihisarı’ndaki merkezinde “Ustalarla Söyleşiler” programında Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve mezunlarıyla bir araya geldi.

BABAOĞLU

Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve mezunlarının öncülüğünde, mensuplarını gönüllülük ve medeniyet bilinci temelinde buluşturarak; onların önderlik ve yöneticilik yeteneklerinin gelişmesine katkıda bulunma gayesiyle 21 yıldır faaliyetlerini sürdürmekte olan Boğaziçi Yöneticiler Vakfı’nın mekânı Boğaziçi Konak’taki söyleşi etkinliği, geleneksel sanatlarımızın, kadim ebrûnun, doğru ebrûnun BÜ öğrencilerine ve mezunlarına tanıtımı adına çok önemli bir programdı.

Klasik ebrûmuzun ve ebrû sanatının emin ve ehil ellerde olduğunun bir kez daha idrâk edildiği programda, Alparslan Babaoğlu’nun temas ettiği hususlar ebrû sanatıyla ilgilenen herkese rehberlik edecek mahiyette…

DSC_4626

ALPARSLAN BABAOĞLU 30 YILDIR KADÎM EBRÛ SANATINA HİZMET EDİYOR

Düzgünman Üstâd’ın hayrülhalefi Alparslan Babaoğlu, 30 yıldır kadîm ebrû sanatına; Türk ebrûculuğuna hizmet ediyor. Bu yazımızda Alparslan Babaoğlu Hocamızın sohbetinde tuttuğumuz notları sizlerle paylaşıyor olacağız.

Bilindiği üzere unutulmak üzere olan ebrûculuğumuz Hezarfan İbrahim Ethem Efendi ile külleri üzerinde tekrar hayat buluyor. Ebrûculuğumuz, Edhem Efendi’nin bereketli ömrünün son dokuz ayına yetişen Necmeddin Okyay ile Türk insanının ve dahî irfânının gündemine tekrar giriyor, Hz. Hüdâyî’nin türbedârı Mustafa Esad Düzgünman Hoca ile de  müesseseleşme yönünde önemli adımlar atıyor. Kadim ebrû sanatımız Mustafa Düzgünman Hoca’dan ebrûyu ve sanatın felsefesini, adabını öğrenen talebelerinin eliyle günümüzde yeni eserler ve isimlerle suyun, teknenin, hayatın ve hakîkatin içindeki yolculuğunu sürdürüyor. Babaoğlu’nun İbrahim Edhem Efendi’ye, Necmeddin Okyay’a ve Mustafa Düzgünman’a dair açtığı paragrafları aşağıdaki gibi yorumladık.

EBRÛCULUĞUMUZUN PÎRİ HEZARFEN İBRAHİM EDHEM EFENDİ

Ebrûculuğumuzun pîri Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi Şeyhi İbrahim Edhem Efendi, her asırda nâdiren zuhûr eden, nev’i şahsına münhasır yeteneklere sahip müstesnâ bir zat… İbrahim Edhem Efendi Hazretleri velûd bir şair, Arapça, Farsça ve Çağatayca kaleme aldığı birbirinden âlâ keyfiyeti hâiz şiirleri var. Hezarfen bir şahsiyet.  Kendi ifadesiyle, saatçiliğin dışında pek çok sanat ve zanaat dalında ihtisas sahibi. Hattatlık, ebrûculuk, hakkâklık, mühürcülük, doğramacılık, marangozluk, oymacılık, dökmecilik, tornacılık, demircilik, tesviyecilik, makinecilik, matbaacılık, dokumacılık ve mimarlık İbrahim Edhem Efendi’nin (ks) bileğinden ve yüreğinden geçen sanat ve zanaat nevileri arasında yer alıyor.

Ebrû sanatının inceliklerini Özbekler Tekkesi postnişinlik makamından selefi olduğu babası Sâdık Efendi’den öğrenmiş olan Şeyh Edhem Efendi, hayatının son demlerine yetişen talebesi Necmeddin Efendi’ye dokuz ay gibi kısa bir sürede ebrûculuğun esaslarını aktararak ebrû sanatımızın yeniden ihyâ edilmesine vesile olmuş.

MÜSTESNÂ BİR KÂBİLİYET NECMEDDİN OKYAY

Osmanlı Cihan Devleti’nin son münevverlerinden biri olan Necmeddin Okyay Üstâd için on parmağında on marifet deyimini rahatlıkla kullanabiliriz. Necmeddin Okyay müstesnâ kâbiliyetleri olan bir şahsiyet. Hezarfen bir üstâd. Hattat, tâlîk yazının üstâdı, sülüs de yazıyor ama tâlîkle meşhur olmuş. Ok yapıyor, ok atıyor, Okmeydanı’nı canlandırmaya çalışıyor. Kadîm cilt yapıyor. Gül yetiştiriyor. Avrupa’da gül müsabakalarına katılıp altın madalyalar alıyor. Bahçesinde yetiştirdiği 400 farklı gül çeşidinin Latince isimlerini ezbere biliyor. İstanbul’daki yabancı diplomatlar gül mevsiminde Üsküdar’a bahçesinde çay içmek üzere ziyaretine gidiyor. Aynı zamanda hâfız, kurra, din bilgini. Çok kabiliyetli bir insan. Hüsn-i hatta olduğu gibi ebrûya da hizmetleri çok büyük.

GEL KEYFİM GEL!

Toplantıda Alparslan Babaoğlu’nun Necmeddin Efendi özelinde anlattığı bir vakıayı hikâyeleştirerek nakledelim:

“Ebrû teknemi açtım. Bir miktar battal ve akabinde hatip ebrûsu yaptım. Mısır Çarşısı’na epeydir beklediğim lök gelmiş almak için hazırlanıp iskeleye indim. Yolcu beklemekte olan ilk kayığa binerek Sirkeci’ye geçtim.

Sirkeci, bugün her zamankinden daha bir telaşlı… İnsanlar, kadınlar bir yerlere kaçışıp duruyor, ecnebî askerler kaçışanların peşinden koşuyor. Şirket-i Hayriye’nin biletçisine keyfiyeti sorduğumda Mondros Mütarekesi mûcibince 60 kadar Fransız ve İngiliz zırhlısıyla 4 bine yakın yabancı askerin İstanbul’u işgal ettiğini söyledi.

Heyhat, bu ne hazin manzara! Âsitâne meydanlarında haçlı askerleri cirit atıyor. 5 asırdır Osmanlıya pâyitahtlık eden İstanbul ve İstanbullular ilk defa esâretle tanışıyor… Rabbim müstehaklarını versin, defolup gitsinler bir an önce…

Sirkeci’ye gelmiş bulunduk amma buraları tekin değil… Ecnebî askerler halkı tedhiş ediyor. Müslümanların hâlet-i rûhiyelerine büyük bir korku hâli hâkim… Böyle bir ortamda ebrû boyalarıyla ne işim olabilir, ama geldik bir kere…

Telaş içinde Mısır Çarşısı’nda Hikmet Efendi’nin dükkânında aradığım boyaları buldum. En güzel toprak boyalar ve diyar-ı Hind’den gelen her nevi tabii boya var burada. Lahor cividi, sülyen, zırnık ve lök ile birlikte bir miktar Gülbahar toprağı aldıktan sonra yine alelacele, Şirket-i Hayriye vapurunun saatini beklemeden kayığa binerek Sirkeci’den Üsküdar’a geçtim. Geçtim geçmesine ama Sirkeci Meydanı’ndaki o manzara gözlerimin üzerinden gitmiyor… Birazdan buralara da gelir elin gâvurunun leşkerleri… (13 Kasım 1918/Çarşamba)

(…)

Gazeteler, işgal kuvvetlerinin İstanbul’u terk edeceğini bildiriyor. Hemen şükür secdesine vardım. Evimin bahçesine çıkarak boğazı en güzel gören yere iskemlemi koydum. Evet, yanlış görmüyordum, teheccüd vakitlerinde yaptığım içten dualar kabul olmuş olmalıydı…  5 yıldır Kabataş ve Beşiktaş rıhtımlarında demir atmış vaziyette olan düşman zırhlıları İstanbul Boğazını terk ediyordu…

Bugüne, husûsî bir mânâ yüklemek lazım… Tâliîk kalemimle ale’lacele “Gel keyfim gel” istifi yaptım. Ve hemen, akşamdan hazır bulunan teknemin başına geçtim. O esnada 5 yıl önce düşman zırhlılarının İstanbul’a geldiği gün aldığım lök boyası aklıma düştü. Bu boyayı kullanarak bir gelgit ebrûsu yaptım, yazıyı akkase olarak ebrûya aktardım ve düşmanların gidişine kahve zevkini ekledim… Bir yandan kahvemi yudumlarken diğer yandan da boğazdaki tarihi ânı seyre daldım. O esnâda yarısını içtiğim kahve fincanı elimden sıyrılarak kurumakta olan akkase ebrûsunun üzerine düştü. Vardır bir hikmeti elbet…” (6 Ekim 1923/Cumartesi)

EBRÛNUN CEFASINI ÇEKEN BİR İNSAN-I KÂMİL: MUSTAFA ESAD DÜZGÜNMAN

Mustafa Düzgünman Üstad, ebrûnun cefasını çekmiş bir insan-ı kâmil… Osmanlı ile Cumhuriyet dönemi arasında köprü vazifesi gören Necmeddin Okyay’dan ebrûyu öğrenerek talebelerine aktaran hakîkatli, örnek bir usta.

EBRU SANATININ BÜYÜK ÜSTADI MUSTAFA DÜZGÜNMAN’I VEFATININ 25’NCİ YILINDA KÜÇÜKÇEKMECE'DE DÜZENLENEN ÖZEL BİR SERGİ VE PANELLE ANILACAK. (İHA/İSTANBUL-İHA)

Mustafa Düzgünman Hoca’nın ebrû ile hemhâl olmaya başladığı yıllar için “kültür karakışı” tâbirini kullanmak yerinde olur. Medeniyetimize ait kıymetlerin bir kenara itildiği, kudretli hattatların eserlerinin öteye-beriye atıldığı, âsâr-ı âtikanın çorba parasına alıcı bulduğu yıllarda Düzgünman Hoca, 30-35 yıl boyunca bıkmadan usanmadan, hiçbir ebrûsuna müşteri çıkmadığı ve kimse ebrûlarına aferin demediği hâlde ebrû yapmış. Sâdece kendi için, ebrûculuğumuzun inkişâfı için fîsebîlillah tekne açmış. Eskiler, her ne kadar “Mârifet iltifâta tâbîdir/Müşterisiz metâ zâyîdir” demiş olsa da bu kibar-ı kelâmın istisnası Mustafa Düzgünman ve ebrûlarıdır.

Bugün, Allah’ın inâyetiyle ebrûculukta gelinen noktada Mustafa Düzgünman Hoca’nın sabrı, tevekkülü, kanaati, ihlâsı, samimiyeti var ve dahî talebelerinin azim ve gayretleri…

Bu cümleler Babaoğlu Üstad’a ait. “Yokluk içerisinde yıllar yılı ebrû yapmış hocam. Tam 30 yıl, belki 35 yıl hiç kimse ebrûlarına müşteri olmamış, bir tek ebrûsunu satmamış, kâğıt bulamamış gazete kâğıtlarına ebrû almış ama mütevâzı atölyesinde ebrû yapmaya devam etmiş, büyük bir azim ve sabırla ebrû yapmış.

Hocamızın ben de bir fotoğrafı var, ebrû odasının fotoğrafı. Fotoğrafı yorumlamak isterim: Masanın üzerinde eczacı krem kavanozları görüyoruz. O yıllar yokluk dönemi. Paşabahçe’ye gideyim de biraz kavanoz alayım deme şansınız yok. Eczacı dostlarından aldığı krem kavanozlarını kullanıyor yokluktan. Başka bir kavanoz daha var masanın üzerinde. Dikkatlice baktığımızda üzerinde “inhisar” yazdığını okuyoruz. Bu bir ispirto şişesi. Şişenin ağzını dikkatli bir şekilde kesip zımparalayarak kavanoza dönüştürmüş. Boya dövüp toz hale getirmek için mermer bir tokmak ve destisengini görüyoruz. Öd şişesi var. Boyalar duvara sıçramasın diye duvara büyükçe bir kâğıt yapıştırılmış ve kâğıdın üzerine târihler atılmış. En eskisi 1945 yılına işaret ediyor.”

EBRÛDA BİR REHBER LAZIM GELİR

Ebrûculukta öğrenci usta ilişkisi önemli. Alparslan Babaoğlu “Geleneksel sanatlarda, bahusus ebrûda hoca-talebe, usta-öğrenci münasebeti nasıl olmadır? şeklindeki sorumu şu ifadelerle cevaplandırdı:

“Ustasız ebrûcu olunmaz, hüdâyinâbit ebrûcu olamazsınız, ebrûyu kendi kendinize öğrenemezsiniz. Ebrûda bir rehber lazım gelir… Ben hocam gibi ebrû yapmak için, onun gibi lale başı yapmak için belki bin adet lale yaptım, her yaptığımı götürdüm gösterdim yanlışlarımı gösterdi. Sonunda bir gün “bunun altına imza atsam kimse farkedemez” diye iltifât etti.

Usta talebesinin yolunu kısaltır, kolaylaştırır… Nasıl hüsn-i hat talebesinin hocasının kaleminin harfi nasıl şekillendirdiğini görmeden harfi yazması söz konusu değilse tekne başında hocanın ebrû yapışını, bizini nasıl kullandığını görmeden doğru ebrû yapamazsınız… Hocanın kısaltacağı yol varken, siz hoca tanımazsanız yıllarca kendi başınıza olduğunuz yerde dönüp durursunuz.

Tüm sanatlarda durum böyledir. Mûsıkî eğitimi de meşk ile, hocanın yanında diz dövüp usûl öğrenilerek başlar. Ebrûnun tekâmülü ustanın ebrûlarını taklîd etmekle olur. Talebe hocasını taklîd ede ede gün gelir ustası gibi, gün gelir ustasından da güzel ebrû yapmaya başlar. Az önce de arz ettiğim gibi ebrûda hoca lazım gelir hüdâyinâbit ebrûcu olunmaz.

Resim9

GELENEKSEL SANATLARIMIZDA HOCA BABADAN ÖTE BİR ŞEYDİR

Geleneksel sanatlarımızda hoca babadan da öte bir şeydir. Hoca talebenin her şeyidir, ihtiyâcı olduğunda harçlık verir, eşiyle arası bozulursa aralarını düzeltir, her türlü meselesiyle ilgilenir. Biz hocamızdan böyle gördük çünkü. Şimdilerde sosyal medyada çok rastladığımız “Canım talebelerim doğum günümde pasta almışlar, birlikte pasta yiyoruz” gibi söylem ve davranışlar ebrûnun felsefesine aykırı. Ben talebelerim demekten hicâb ediyorum onlar benim birlikte ebrû çalıştığım, bildiklerimi, ustamdan gördüklerimi aktardığım çocuklarım, arkadaşlarım.

HOCA TALEBENİN YOLUNU KISALTIR

Geleneksel sanatlarda icâzet ahlâka verilir. Hoca talebenin yolunu kısaltır. Hoca talebeleri arasında tefrik yapmamalı, talebe de hocasının vaktini diğer arkadaşlarıyla paylaştığını unutmamalıdır. Çünkü bir hoca belki 100 talebeyle ilgileniyor. Hoca olmak zor iş!

Bizim sanatlarımızda sanat, hoca-talebe münâsebetiyle öğrenilir. İcazet, arz ettiğim gibi edebe verilir. Üniversitelerde hat bölümleri var. Oradan mezun olanlara icazet veriliyor mu? Verilmiyor. Hat sanatını hakkıyla icrâ etmek isteyenler ne yapıyor, gidiyor bir hocanın dizinin dibinde uzun yıllar meşk edip hat sanatının inceliklerini öğreniyor. Tezhip ve minyatürde de durum böyledir. Her sanatın hocadan talebeye, ustadan çırağa tevarüs eden adabı vardır ve bu adap ancak ve ancak meşk usûlüyle kavranabilir.”

HOCAMIZ HER ŞEYİMİZDİR

“Hocaya saygı, itaat ve tam teslîmiyet her şeyden önde gelir. Hocamız her şeyimizdir. Şimdi birileri çıkıp da “Mustafa Düzgünman da kimmiş” deme cüretini gösterebiliyor. “Mustafa Düzgünman’a mecbur muyuz ?” diye sorabiliyor. Bunlar ebrûya da, sanata da zarar veriyor.”

HIZLANDIRILMIŞ EBRÛ KURSU VERİR MİSİNİZ?

Ebrûculukta epey mesafe elde ettik. Bugün Türkiye’de tarihin hiç bir vaktinde olmadığı kadar ebrû teknesi açılıyor… Böylelikle Türkiye ebrûyla renkleniyor. Bu keyfiyet, eskilerin “iğneyle suyu kazmak” şeklinde târif ve tavsîf ettiği ebrû sanatının geleceğine ümitle bakmamızı salık verirken nitelik yönünden bazı meselelerin de konuşulmasının vaktinin geldiğine de işaret ediyor. Kurs merkezlerinde birkaç aylık ebrû eğitimi alanlar, sanatın sâdece teknikten ibâret olmadığını unutarak usta ebrûcu olduklarını zannedip hemen öğretmeye soyunuyorlar.

Alparslan Hoca bazı belediyelerin iki-üç ay kurslara gidenlere ebrû sertifikası verdiğinden müştekî. Gözündeki çapağı gören aceminin kendini mandıracı zannetmesi gibi kısa sürede ebrû öğrendiğini düşünenin kendini usta ebrûcu zannettiğini söylüyor.

EMANET EHLİNE, EHİL USTALARA VERİLMELİ

Babaoğlu’nu asıl branşı tezhip olan fakat bir belediyenin açtığı meslek edindirme kurslarında tezhip branşında münhâl hoca kadrosu olmadığı için bir kursta ebrû hocalığı yapmak isteyen bir bayan arayarak hızlandırılmış ebrû kursu verip vermediğini sormuş. Babaoğlu bu tür sorumsuzluklarla mücâdele edilerek emânetin ehline, ehil ustalara teslim edilmesi gerektiğinin altını çiziyor.

ÖZ SANATLARIMIZDA GELENEK ÖNEMLİ

Alparslan Babaoğlu, hocası ve hocasının hocası gibi öz sanatlarımızda geleneği korumak istiyor. Geleneği önemsiyor. Bir takım ebrûcuların kendileri için icat ettiği “geleneğine bağlı yenilikçi sanatkâr” tanımlamasını absürt bulup bu keyfiyeti “manevi değerlerine bağlı materyalist” tanımlamasına benzetiyor.

Ebrûda sürekli yenilik icâdıyla meşgul olanlar aslında sanatseverleri de toplumu da ebrûdan soğutuyor. Câmiânın ebrû hakkında kafası karışık olduğu için ebrû adına yapılmış neo klasik lâleler de post modern lâleler de ortalarda uçuşuyor.

EBRÛ TEKNEDE YAPILIR

Resim8

Babaoğlu’na göre ebrû teknede yapılır. Ebrûnun yeri teknedir ve tekneden çıkartılan ebrûya müdahale uygun değildir. Ve yine ebrûyu kravata, şala, fayansa, perdeye uygulamak ebrûnun rûhuna aykırıdır. Bununla birlikte günümüzde ebrû maalesef pastacılık sektörüne kadar girmiş; yenilebilir pastaya dönüştürülmüş durumdadır! Maalesef ve mâteessüf herkes ebrûyu kullanıyor.

Alparslan Babaoğlu Üstadı dinlemeye devam ediyoruz:

EBRÛ YAPANA EBRÛCU DENİR

“Ebrû yapana ebrûcu denir. Birileri çıkıp bizim ve ustalarımızın hepsinin kendilerini ebrûcu, ebrû ustası ya da ebrû sanatkârı diye nitelendirmemize ve bundan da gayet memnun olmamıza rağmen “hayır size ebrûzen” denir, “siz ebrûzensiniz” diyor. Efendim ebrû yapana ebrûcu denir, ebrûzen denmez. Bugün İran’da ebrû yapana ebr-bâd diyorlar oysa ebrû da Farsça -zen eki de Farsça. Doğru olsa onlar ebrûzen derler. Ebrûzen etimolojik olarak da yanlış bir kelimedir. Ne Türkçedir ne de Farsça…”

HERKES ÇİÇEK EBRÛSU YAPIYOR!

“Ebrûda herkes çiçek yapıyor. Sergi düzenleniyor. Ebrû sergisinde çiçekten başta bir şey yok. Öyle zannedecekler ki ebrû çiçekten ibaret. Yine öyle bir algı oluşturuluyor ki çiçek yapabiliyorsan ebrûcusun. Yok öyle bir şey! Nerede battal ebrûları, nerede hatip ebrûları Allah aşkına? Nasıl Türk müziği sâdece köçekçeden ibaret değilse ebrû da çiçekten ibaret değildir.”

Resim7

KLASİK EBRÛ DENİLİNCE BATTAL EBRÛYU ANLARIM

“Klasik ebrû deyince hatip ebrûsunu anlarım, battal ebrûyu anlarım. Başka hiçbir şeyi anlamam!” diyen Alparslan Hoca, ebrû sanatında klasik tâbirinin iki anlamda kullanıldığını belirtiyor ve ekliyor: “Birinci anlamı asırlar önce yapılmış, yüzyıllardır güzelliğini kaybetmemiş, bugün de çok beğenilen anlamındadır. İkinci olarak da biraz evvel târif ettiğim yolda; hocalarımın yolunda yapılanlardır. Bir ebrûnun klasik olması bizden öncekiler gibi yapılmasını, yapılmış olmasını gerektirir. Benim için klasik ebrûnun üstadları Hatip Mehmet Efendi’dir,  İbrahim Edhem Efendi’dir, Necmeddin Okyay’dır, Mustafa Düzgünman’dır. Bunların yaptığı her şey klasiktir. Onların yaptıklarının dışında kalan hiç bir şey klasik değildir. Böyle ebrûlar eğer geleneklerimize uygun yapılmışsa klasik olmaya adaydır ve onun klasik olup olmadığına gelecek nesiller karar verir…”

Resim4

EBRÛNUN NEFİS MÜCADELESİNDE DE ÖNEMLİ YERİ VAR

Babaoğlu’nu dinlemeye devam ediyoruz: “Ebrû, geleneksel sanatlarımızdan, öz sanatlarımızdan biridir. Bununla birlikte diğer sanatlarımızdan daha kuvvetli olarak kişinin enaniyetini yenmesi için çok önemli bir vasıtadır bana göre. Kısa sürede bir eser meydana getiriyorsunuz. Ortaya çıkan bu güzellik karşısında onu yapmaya vâsıta olduğunuzun idrâkinden çıkıp bunu ben yaptım düşüncesine kapılırsanız bu insan için çok tehlikeli bir şeydir.”

ÇOK ÇALIŞARAK EBRÛDA TEKÂMÜL MÜMKÜNDÜR

“Aynı şeyi mütemadiyen devam ettirmek suretiyle de yenilikler, farklılıklar meydana çıkar. 30 yıldır lâle çalışıyorum. Benim lâlem 30 yıl içerisinde kendi içinde tekâmül etmiştir. Aynı şeyi tekrarlaya tekrarlaya, yaptığınız eserdeki estetik problemleri görüp düzeltirsiniz. Bir diğer sanatkâr da aynı şekilde çözmediği bir meseleyi çokça meşk ederek kavrama yoluna gidebilir. Böylelikle sanat da sanatkâr da tekâmül eder. Türk dilinin kendi kendine tekâmül etmesi gibi. Ben de hocamın ebrûlarına, lâle ebrûlarına bakarak belki binlerce kez hocam gibi ebrû yapmaya çalıştım, çalışıyorum da. Birlikte çalıştığım arkadaşlarım da benim ebrûlarıma bakarak ebrû çalışıyorlar.

Tüm sanatlarda durum böyledir. Bizim sanatlarımız taklitle öğrenilir.

Ebrûnun tekâmül süreci ustanın ebrûlarını taklid etmekle olur. Talebe hocasını taklîd ede ede gün gelir ustası gibi, gün gelir ustasından da güzel ve estetik ebrûlar yapmaya başlar. Az önce de arz ettiğim gibi ebrûda hoca lazım gelir, hüdâyinâbit ebrûcu olunmaz.

Battal ebrûnun 115 yıllık, çiçekli ebrûnun 60-70 yıllık tekâmül sürecini ebrûlara bakarak görmek mümkündür. Bir hattat çok çalışırsa, Sâmi Efendi’yi, Hulûsi Efendi’yi aşması mümkündür. İmkân âleminde yaşıyoruz.

Günümüzde ebrû ile ilgili kullandığımız klasik, gelenek, yenilik gibi ne kadar kelime varsa hepsinin içi bilerek ya da bilmeyerek boşaltılmış maalesef.

EBRÛNUN KURALI YOKTUR; USULÜ VARDIR!

“Bugün birileri çıkmış ebrûya kural getirmeye çalışıyor. Efendim tarz-ı kadîm battal ebrûda 5’e 4 oranı varmış. Lâlede altın oran varmış. Ne oranı? Battal ebrûda kural falan yok! Bunları ortaya atanlar cesaretlerini nereden alıyor Allah aşkına! Bu gidişle birileri de çıkıp sülüste elif 45 derece yatık yazılmalıdır derse sezâdır!”

EBRÛ KÂĞIT ÜZERİNE YAPILIR

“Ebrû bir kâğıt bezeme sanatıdır. Ebrû gündelik hayatımıza ancak ciltte ve levha pervazlarında kullanılarak doğru yerden girebilir. Ebrû yazının pervazında yer alır, hatip ebrûları yazıların kenarlarına konur. Ebrû hayatımıza, hat ile, cilt ile, kitap ile girdiyse doğru yeden girmiş demektir.

Lâle, hilâl ve Allah lâfzının ebced hesâbıyla değerleri aynıdır. Bunun içindir ki lâleye kıymet verilmiştir. Bunun içindir ki edebiyatta ve sanatta lale figürü çoklukla kullanılmıştır.

Bunun içindir ki Müslüman ülkelerin bayraklarında hilâle yer verilmiştir.

Bunun içindir ki Mehmet Aşkî

Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa hakkā lâle

Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lâle

demiştir.

Bunun içindir ki ebrûcular laleyi ebrûlarında sıklıkla kullanırlar.

Yozlaşma öyle bir noktaya geldi ki insanlat lâleyi fayans üzerine alarak banyosuna, tuvaletine koyuyor ve def-i hâcet ederken lâle seyrediyor. Olacak şey mi bu?”

EBRÛ TOPRAK BOYALARLA YAPILIR

“Seramik ya da oto boyasıyla, daha doğrusu içinde asit bulunan boyalarla kâğıda ebrû yapılmaz.  Bizim boyalarımızda asit yoktur. Asitli boyalarla yapılan işlerdeki boyalar 30-40 sene içinde kâğıdı yakar.

Biz boyalarımızı topraktan yapıyoruz. Toprak, boyalarımızın ana maddesi. Eczacı havanlarında dövüyoruz. Kendi boyamızı kendimiz yapıyoruz. Fırçamızı da kendimiz yapıyoruz, at kuyruğunu gül dalına sararak kendi fırçalarımızı yapıyor ve ebrû yaparken bunları kullanıyoruz. “

Resim2

SESLER VE RENKLER ARASINDAKİ AHENK” 

“9-10 sene önceydi sanırım. Almanya’dan üniversite öğrencileri aradılar. Frankfurt Kitap Fuarı’nda bir sonraki yıl Türkiye’nin misafir ülke olarak yer alacağını, bitirme ödevi olarak Türkiye ile ilgili bir kitap hazırlayacaklarını, kitapta fakire de yer vermek istediklerini söylediler. ’Hay hay, buyurun gelin’ dedim.

Birkaç ay sonra evime geldiler. Alt kata, atölyeme inerek yaptığım ebrûlardan bir deste kadar getirdim. 25 kadarını bir sergi olursa orada sergilerim diye sakladığım sanırım 150 kadar ebrû vardı o tomarın içinde. Öğrencilerden sanıyorum Kırgız ya da Kazak olan bir kız, bir sergi yapacak olursam diye ayırdığım ebrûlarımı son derece isâbetli bir şekilde diğerlerinin içinden tek tek bir kenara ayırmaya başladı. Hayatında ilk defa ebrû gören birinin bu kadar isabetli bir ayrım yapmasına çok şaşırdım. Öğrenciye ebrûları neye göre beğendiğini ve ayırdığını sorduğumda “sinestetik” olduğunu söyledi. Bunun ne demek olduğunu sordum. “Çok yoğun renkler gördüğüm zaman sesler duyarım.” dedi. Bu bazı insanlarda doğuştan gelen fizyolojik bir rahatsızlıkmış. “Ben bu ebrûlara baktığım zaman çok uyumlu sesler duydum. Diğerlerine baktığım zaman gürültü duydum.” dedi. Ben de bu duruma çok şaşırdım. Eşimin nöroloji ihtisası yapan kuzenini arayıp sinestezinin ne olduğunu sordum o da bana beyindeki görme ve işitme sinirlerinin birbirine çok yakın geçtiğini ve bazı insanlarda bu sinirler arasında doğuştan kısadevreler bulunduğunu anlattı. Tarihteki meşhur sinestetikler arasında Van Gogh, Mozart, Beethoven, Franz Listz, Rimsky-Korsakov, Steve Wonder, Jimmy Hendrix gibi gibi birçok müzisyenin ve ressamın bulunduğunu söyledi. Eşimin kuzenine “beni sinestetik yapabilir misin?” diye sordum. Ancak bunun yalnızca doğuştan olabileceğini sonradan sinestetik olunamayacağını söyledi.

BİRİLERİ KENDİNİ EBRÛ SANATINI GELİŞTİRMEKLE, YENİLİK İCAT ETMEKLE YÜKÜMLÜ GÖRÜYOR

“Ebrucu  olduğunu söyleyen birçok insan var câmiâda ama sayının artmasıyla birlikte  kalite de düşüyor. Öte yandan bu kadar yüksek sayıda uğraşanın içinden kendisini ebrûyu geliştirmekle, tekâmül ettirmekle mükellef sananlar var. Ebrûyu gösteri aracı zannedip fuarlarda, toplantılarda tekne açanlar, Ramazan geldiğinde kanal kanal dolaşıp sözde yaptıkları şeyleri ebrû diye tanıtanlar ebrûya çok büyük zarar veriyor.

“Yenilik yapmazsan sanat olmaz” düşüncesi çok tehlikeli. Ebrûda yenilik zamanla kendiliğinden geliyor zorlamayla yenilik olmaz.

BUNLARA EBRÛ DENMEZ

“Bunlara ebrû denmez. Böylesi örneklerle maalesef ebrû şirâzesini kaybediyor. Suyun üzerine insan sûreti çizip adına ebrû diyorlar. Bunların inanın hiçbir sanat değeri yok. Kani Karaca ile popüler müzik yapan biri asla kıyaslanamaz. Ama onun eserleri 5 bin satarken diğeri milyon satıyor. Bu popüler müziğin Klasik Türk Müziği’nden daha kaliteli olduğunu göstermez sâdece Kani Karaca dinleyenlerin estetik algı eşiklerinin diğerlerine nazaran çok daha yüksek olduğunu ve onların çok daha seçici davrandıklarını gösterir. Aynı durum ebrû tekniği ile yapılmış çiçek resimleri ve insan suretleri için de geçerlidir.

Türk müziği tek sesli; Batı müziği çok seslidir. Türk müziğine tek sesli olduğu için geri kaldı denilemez. Türk müziği çok sesli icra edilemez mi? Edilebilir elbet ama bu durum, aslını inkâr olur. Ve dahi papazın Cuma selâsı vermesine benzer. Veremez mi? Verir tabii ki ama ruhsuz bir şey olur.

Bizim müezzinlerimizin herkesi hayran bıraktığı ezanlarda ruh ve mana iç içe. Onun için dinleyenleri etkiliyor.

Ebrû da benzer şekilde büyük sıkıntılar yaşıyor.”

EBRÛDA VE İSLÂM-TÜRK SANATLARINDA ÜÇÜNCÜ BOYUT YOKTUR

“İslâm sanatçısı tabiatı bire bir taklid etmez. Peki ne yapar? Soyutlaştırır. Gerçek âlemdeki sûretini arar hep. Bunun yolu da asırlardır soyutlama ile bulunmuş. Bizim sanatlarımızda 3. boyut yoktur. Bu durum ebrûda da böyledir, minyatürde ve diğer sanatlarımızda da.

Maalesef ebrûda üç boyutlu çiçek resmi yapılıyor. Çok güzel! Ancak bizim sanat geleneğimizde üçüncü boyut yoktur. Çiçekler iki boyuta indirgenmiş, üsluplaştırılmış. Zira üçüncü boyutta resmederseniz Allah’ın yarattığını yeniden yaratmak olarak addedilmiş. Bu bizim kültürümüzde böyledir, bunu ben söylemiyorum. Türk sanatının temeli olan çiçek motiflerinin, hayvan figürlerinin hepsi üsluplaştırılmış. Bunların hepsi iki boyuttadır. Üç boyutlu yapılmasın diye ben söylemiyorum. Bunu atalarımız, ecdadımız böyle yapmış. Ebrû sanatında çiçeği hep iki boyutlu yapmışlar, stilize etmişler. Mesela Necmeddin Okyay gül çalışmış. Ama gülün üstten görünüşünü iki boyutta ifade edemeyince vazgeçmiş, bir daha gül yapmamış. Mustafa Düzgünman da denemiş, ama bir daha yapmamış. Mustafa Hoca televizyon için yapılan bir röportajda, gülü ebrûda yapılan çiçekler arasında saymıyor. Bu elbette kimse gül yapmayacak anlamına gelmiyor ama içini gösterip kat kat degrade yapraklarla yaparsanız o gül resmi oluyor. Yeteneğiniz varsa gülü iki boyutta yaparsınız…

Çiçek üslûplaştırmak için insanda karikatür yeteneği olmalı. Ancak karikatür varsa gereksiz bütün detayları atıp üç beş biz hareketiyle bir çiçeği üslûplaştırarak ifâde edebilirsiniz. Ben çok denedim ama böyle bir yeteneğim olmadığı için ustalarımın yaptığı çiçeklerle yetiniyorum. Necmeddin Okyay’ın mesela bence çok büyük bir karikatür yeteneği varmış. Eminim çizseymiş çok güzel karikatürler çizebilirmiş.

Böylesi üstadlar ebrûya üçüncü boyutu katmadığı için biz de katamayız. Çünkü İslâm sanatında üçüncü boyut yoktur. Necmeddin Okyay, Mustafa Düzgünman da geleneği bildikleri ve özümsedikleri için ebrûda üçüncü boyutu çalışmadılar.”

Resim13

BİZİM SANAT GELENEĞİMİZDE İÇİ GÖZÜKEN ÇİÇEK YER ALMIYOR

Ama şimdi yapılanların hepsi üç boyutlu, içi gözüken çiçek yapıyorlar. Bu bizim sanat geleneğimizde yok. Bunu yapıyorsanız, adına “Geleneksel Türk Ebrûsu” diyemezsiniz. Çok başarılı yapıyorlar ama hakikaten ressam çizmiş gibi oluyor. Bunlara ebrû diyemezsiniz bunlar ebrû tekniği kullanılarak yapılmış çiçek resimdir.”

ÖZ SANATLARIMIZ RIZA-I İLAHİYİ KAZANMAYA VESİLEDİR

“Bir diğer önemli mesele sanat sanat için mi sanat toplum için mi meselesi. Sanatkâr Allah’a sanatla estetik güzellikleri, kâinatın güzelliklerini çevreye tanıtma imkân verdiği için hamd eder.

Herkes mesleğini ve meşrebinin geleneğini iyi bir şekilde ifa etmeli. Bu durum hattat için de, ebrûcu için de, çinici için de, minyatür ustası için de geçerli… Bizim sanatlarımız Rıza-i İlâhiyi kazanmaya vesiledir.

Bizim sanatlarımıza Batı sanatlarına baktığınız gözlükle bakamazsınız, bakılamaz. Bizim sanatlarımızı yargılarken gözlük değiştirmeniz ve kriterlerinizi bizim sanat geleneklerimizle uyumlu olacak şekilde değiştirmeniz gereklidir.”

İbrahim Ethem Gören

DSC_4639

 

Platformunuzu seçin ve paylaşın.